Yabancılaşma, toplumun içinde yaşayan bireyin kendi ve kendi dışındaki diğer varlıklarla uyuşamaması sonucu ortaya çıkan çatışmalar düzlemidir. Bu çatışmalar düzlemi her çözülmeye teşebbüste biraz daha karmaşık hale gelir. Toplumun çekirdeğini temsil eden birey, içinde bulunduğu durumdan kaçarak kendine, kendi benliğine ve topluma savaş açar. Toplumun en küçük yapı taşı olan ‘özne ben’in kendine, kendilik değerlerine yabancı olması, onu kendi içtenlik değerlerine, bilinç katmanlarına düş(ün)sel ve eylemsel olarak karşıt güç veya öteki haline getirir. Bireysel ötekilik, yabanlık, yabancılaşma; özne ben’in diğer özne birey veya nesnelerle ilişkisi ya da ilişki yoksunluğu sonucu ortaya çıkar. Türk romanının çağdaşlaşması sürecinde önemli bir kimlik olan Oğuz Atay, kurmaca anlatılarında yabancılaşma, ötekileşme, yalnızlık ve bunaltı gibi varoluşsal sorgulamaların yanında bireyin kendi benliği ve toplum içinde yaşadığı çatışma hallerini de s/imgesel olarak dille ortaya koyar. Oğuz Atay, bireyin iç dünyasını, benlik alanlarını, ben bilincini durmaksızın kanatan, tahrip eden ve eşeleyen bir yazardır. Nitekim yazarın romanlarında anlatı öznelerinin kendi düş(ün)sel evren ve değerlerine yabancılaşma ve öteki/lik düş(ün)sel ve eylemsel olmak üzere iki şekilde ortaya çıkar. Oğuz Atay’ın romanlarında yer alan merkezi anlatı kimliklerin düş(ün)sel ve eylemsel değerler dünyasında yaşadıkları yabancılaşma ve öteki durumu; değişim, dönüşüm, çatışma, bunaltı, başkaldırı, kaçış, yalnızlık, kişilik bölünmesi ve benlik kurma gibi birbirini açımlayan diyalektik süreçleri beraberinde getirir. Atay’ın romanlarında özne bireyin, düş(ün)sel olarak ötekileşip yabancılaşması öznenin kendi benlik alanlarında bunaltı, kaçış, korku, üzüntü ve keder gibi edimleri duyumsamasından kaynaklanır. Bu olumsuzluklar, özne bireyin kendi öz beni ile çatışıp onu tahrip ederek tanıyamamasına yol açtığı gibi özne bireyin kendi ve değerlerine başkaldırmasına neden olur.